28 Ocak 2011 Cuma

MARY&MAX


Neden birbirimizin hayatları üzerinde bu kadar söz sahibi olmaya çalışıyoruz? Neden çizdiğimiz yol sadece bizi mutlu etme parametresini baz alarak belirlenmiyor? Neden benim mutluluğum, bir başkasını mutsuz etme tehlikesi taşıyor ve ben bu noktada seçim yapmak zorunda bırakılıyorum?

Annemi ve babamı hayatları ile ilgili aldıkları kararlarda suçlamaktan kendimi alamadığımı fark ettiğim anın peşinden gelen sorular bunlar. Bu olumsuz hissiyatı bünyemden atamamanın, bana bunca zaman ne kadar zarar verdiğini fark edememişim. Yaşım ilerledikçe hayatımı şekillendirmek adına yaptığım seçimler karşısındaki tepkileri, karşıma bana hiç de yabancı olmayan suçlamalarla gelmeleri, üstüne üstlük yerdiğim hatalarını andıracak tecrübeler edinmem bir anda kafamda bir ampul yaktı. Şaşkınlığımı gizlemenin yersiz olduğu andayım.

Ben farkında olmadan hayatımda ters giden şeylerin sorumluluğunu hala onlara yüklüyormuşum. “Koca kadın oldum” söylemlerim arkasında saklanan alt metin hiç de öyle değilmiş meğerse. “Sizin yüzünüzden böyle biriyim ben. Beni siz büyüttünüz. Sizin ilginiz beni bu kadar hassaslaştırdı. Sizin bitmek bilmeyen bakıma muhtaç olduğum içgüdünüz yüzünden, bir türlü kendi ayaklarım üzerinde duramıyorum. Sizin hayatınızla ilgili attığınız her adımın ardından ben de gelmek zorunda kaldım. Şimdiyse nereye gideceğimi şaşırmış bir şekilde kaskatı kesilmiş dikiliyorum. Hadi siz söyleyin bana bir sonraki adımımı nereye atacağımı. Buraya kadar getirdiniz, devamını da getirin madem!”

Birilerini bencil olmakla o kadar suçladım ki çoğu zaman, hayat içerisinde en büyük bencilliği yapanın ben olduğumu görememişim. Annem ve babam dediğim aslında isimleri, cisimleri olan iki yetişkini, kendi hayatlarıyla ilgili aldıkları kararlar yüzünden hep suçlamışım. Onlar arzuları ve tecrübeleri doğrultusunda bir rota izlemişler, ucu da bana dokunmuş. Müdahale edilemeyecek bir noktaymış burası. Hayata gelmek için ödediğimiz ilk bedel bu belki de. Seçim yapma şansımız olmadan hayatlarımız birilerine bağlı ve o birilerine karşı, sebebini de tam olarak bilmeden yoğun bir sevgi besliyoruz.

Başka birileri de var ki hayat içerisinde karşınıza çıkan, onlara karşı beslediğiniz sevginin, bağlılığın ve güvenin son halini alana dek, her bir aşamasını tek tek içinize sindirmişsinizdir. Onları kendi öz iradenizle istemiş ve hayatınıza sokmuşsunuzdur. Aranızdaki bağın her bir milimetresinde emeğiniz vardır. Kendinize, içinizden çıkan bir iplikle bir ağ örmüşsünüzdür de onu da en kıymetli yerine oturtmuşsunuzdur sanki. Hiçbir dış etkenin bunu bozmasına tahammülünüz yoktur. Ne minik bir yağmur damlasının, ne vızıldayan bir arının, ne temizlik yapan bir süpürgenin, ne de yanlışlıkla çarpan bir elin... O sizin sahip olduğunuz en değerli şeydir ve ne yazık ki bir noktadan sonra, ona sahip olmak uğruna zarar verdiğinizin farkına dahi varamayabilirsiniz.

İlişkilerimize ve sevdiklerimize duyduğumuz bağlılık, bağımlılığa dönüştüğü anda tehlike çanları çalıyor aslında. “Onun için en iyisini ben bilirim” içgüdüsü bizi yanlışlar silsilesine sürüklüyor hiç hissettirmeden. O kişiye ve bu ilişkiye sahip olmanın ne kadar kıymetli olduğunu unutup, onun sürekli yanımızda olmasına odaklanıyoruz. O yüzden onun bambaşka bir şehre, uzakta bir ülkeye yerleşmesi fikri çılgına çeviriyor sevenleri. Hayata gözlerini yumuşunu düşünmek dahi istemiyoruz. Hatta çoğumuz, zaman zaman kendimizi çok sevdiğimiz birinin cenaze töreninde hayal edip gizli gizli ağlıyoruz. Böyle olunca en çok biz seviyoruz sanıyoruz. Halbuki ayrılırken sevdiği yanından, son nefesini vermişken hatta “Ben ne kadar şanslıyım” diyenimiz hiç olmuyor. “İyi ki çıkmışsın karşıma. Ya bu ana dek tanıyamasaydım seni. Hiç fırsatım olmayacaktı, farkında mısın?” diyenini duymadım hiç. Biz “İyi ki varsın” diyemeyenlerdeniz. Biz “İyi ki benimsin” demenin peşindeyiz. Biz bunu sevmek sanıyoruz. Sanırım bir yerlerde yanılıyoruz.

...

Pek kıymetli sevdiklerim sizleri azad ediyorum. Ben bundan böyle, kendi mutluluğumun ve size olan sevgimin sorumluluğunu tek başıma alıyorum. Size sadece paylaşması kalıyor. Afiyet şeker olsun...







Ocak 2011, Bostancı

Bir "mary and max" esinlenmesidir.

18 Ocak 2011 Salı

MY BLUEBERRY NIGHTS

Yaşadığım hayal kırıklığıyla yeni bir başlangıç arasındaki mesafe ne olmalıydı? Terk edilmenin ardından kalan enkaz, zamanla kendi kendine toparlanır mıydı yoksa ben bir müdahalede bulunmalı mıydım? Birileri yardım edebilir miydi bana ya da etmeli miydi? Peki, yardımı dokunacaksa birinin bunu en iyi kim yapabilirdi? En yakınım mı, en yabancım mı?
İçinde bulunduğum bu hal, beni ben yapmaktan uzaklaştırdığı anda ne yapmalıydım? Ben, beni ben yapan şeyleri inkar eder olduysam ne olacaktı? Nereye kadar müsaade etmeliydim kendime? Evet, bir süre saçmalamaya ihtiyacım vardı. Fakat bunun sınırı neydi? Bana hangi noktada ve kim “Durmalısın artık.” demeliydi?

Tam olarak canımı acıtan neydi? Birinin beni istememesi miydi inciten narin egomu? Yanımda olmasını deliler gibi isterken buna sahip olamamak mı kırmıştı o minik kalbimi? Artık yetişkin olmuş biri şunu söyleyebilmeliydi kendine: Sen yanlış hiçbir şey yapmadın. İnsanlar hayatları içerisinde seçimler yaparlar. Kendi içlerinden geldiği yönde kararlar alırlar. Kimse buna müdahale edemez. Ve birinin seçimi olmamak seni değersiz kılmaz. Tıpkı senin yanında olmayı tercih etmediğin birileri değersiz olmadığı gibi… İçinde barındırman gereken tek his, belki de sadece üzüntü olmalıdır. Yanında olmasını istediğin için ve şu anda senden uzakta olduğu için incinebilirsin. Ve pek tabii ki bununla baş edebilirsin.

Mantıklı olmak kuşkusuz en doğrusu ama geceleri kafamı koyduğumda yastığa, “Neden yanımda değilsin?” diye sormak her geçen gün daha fazla acıttı canımı. Bazı şarkıları dinlemek ne kadar da zormuş böyle zamanlarda. Sabırla beklemek ne büyük erdemmiş. Ağlamanın dahi boş geldiği anlarım oldu. Süzülseydi damlalar sıra sıra, neyi değiştirirdi ki içimden söküp atamadıktan sonra.

İçimdeki son umut kırıntısını da tüketene dek tutacaktım onu içimde. Adım gibi biliyordum yoktu başka seçenek. Seçim de değildi zaten bu. Onu bana çağrıştıran her ne varsa sıkı sıkı sarıldım. Tehlikeliydi bu yaptığım. Zamanla ondan uzaklaşmam gerekirken aynı sıcaklığı muhafaza etmeye çalıştım, inatla. Hayatıma girme ihtimali olabilecek herkesten uzak durdum. Yeni biri demek, ondan tamamen vazgeçmek demekti. Ben bunu o kadar istemiyordum ki...

Onu da alıp gideyim buralardan diye düşündüm. İçimde o, elimde çantam kaçayım bu acıdan. Aramıza somut bir mesafe koymak yardımcı olurdu belki bana. Yalnızlık, onunla olduğum yerlerde baş etmekte zorlandığım bir şeydi. Derdimi anlatma gerekliliğimin olmadığı uzaklara kaçayım en iyisi mi dedim. Tanımadığım, sevgi beslemediğim, sorumluluk hissetmediğim birileri olsun etrafımda. Ben yalnızlığımla baş başa kalayım. Yalnızlık insanın kendi seçimi olduğunda katlanılır oluyor da, yalnız bırakılmaya dayanmak ne kadar zor.

Hiç bilmediğim bir yere gitmeliydim, hiç tanımadığım birilerinin hikayelerine ortak olmalıydım. Bir ben miydim aşkın pençesinde kıvranan? Bir ben miydim sanki ayağı takılıp düşen? Bir ben miydim kırgınlığından hırçınlaşan? Bir ben miydim canının acısından fark etmeden, istemeden başkalarının canını acıtan? Değildim... Bunu yakinen görmeliydim.

Velhasıl günlerden bir gün dindi fırtına, yerini sakinliğe bıraktı. Beklemediğim bir anda fark ettim içimdeki boşluğu. Öylece gitti. Kendi kendine usulca terk etti. Geri dönmemek için bir sebebim kalmamıştı artık. Bu kez elimde çantamla, bu mola da bana eşlik eden herkese minnet duyarak koyuldum yola. Nereye varacağımı biliyordum da orada beni neyin beklediğine dair en ufak bir fikrim yoktu.

Bazen elinizde, biriyle birlikte olmak için yeterli her şeyin olduğunu düşünüyorsunuz. O kapının kilidine uygun anahtarı avuçlarınızın içinde tuttuğunuzu zannediyorsunuz. Fakat kapıyı yine de açamıyorsunuz. Yola çıkmadan evvel bunun çaresizliğini yaşıyordum. Dönerken fark ettim ki; açmayı başarmışım ben o kapıyı ama aradığım kişi içeride değilmiş.

Ocak 2011, Suadiye Bir "my blueberry nights" esinlenmesidir.