21 Eylül 2011 Çarşamba

UP IN THE AIR

İnsan tam olarak neresinde huzurlu “mülkiyet”in? İnsan tam olarak neresinde mutlu “ilişki”nin? Bırakıp herşeyi gitsek, değiştirir mi gerçekten bir şeyleri? Ne kadar debelenirsek debelenelim ilerlediğimizi hissedemezken, çabalarımızın boşuna olduğuyla yüzleşmek ne kadar zorsa; bir şeylerden vazgeçip yeni yollar çizme arayışı da bir o kadar yıpratıcı değil mi? Ürkütücü değil mi yenilikler? Birinden vazgeçmek, işinden vazgeçmek, evinden vazgeçmek göründüğü kadar kolay mı gerçekten?

Hayat içerisinde alamadığımız kararlar, yapamadığımız seçimler, bize dayatılan yaşam standardı takıntısı daha nereye kadar sürükleyecek bizi mutsuzluk uçurumuna? Bizi gerçekten mutlu edecek şeyi hiçbir zaman bilemeden mi göçüp gideceğiz bu diyarlardan?

Bir şeylerden vazgeçmek bu kadar zorken en iyisi hiç sahip olmamak mı onlara? İlişki mi daha tehlikeli bu noktada yoksa yalnız olmak mı? Bir iş yerinde çalışmak mı daha güvenli yoksa ne iş olsa yapmak mı? Kendi evinde mi daha güvendesin yoksa otel odasında mı? Bir şeylere sahip olmak ne kadar korkunçsa, ellerine baktığında onları bomboş görmek de dehşet verici değil mi?

Nereden geldiği pek de bilinmeyen ama herbirimizin içinde sinsice yer edinen “bireysel yaşam” formülünün sorunlarımızı çözeceğinden, bizi daha mutlu insancıklar haline getireceğinden çok da emin değilim. Kaldı ki herbirimizin olmazsa olmaz facebook hesapları, herbirimizin kendini bir şekilde ifade etme çabasıyla açtığı “blog”larımız yalnız olmaktan pek de hoşnut olmadığımızın ve bundan içten içe korktuğumuzun birer kanıtı aslında. Hayatımızdan çıkardığımız veya hayatından çıkarıldığımız insanlara birer nispet niteliğinde sanki yüklediğimiz fotoğraflarımız. Farkında değiliz ama bizler yalnız kalabilecek bir bünyeye sahip değiliz aslında.

Bizler yaradılış gereği var olmak adına birbirimize muhtaçken, kendimizi özene bezene döşediğimiz kavanozlara hapsediyoruz. Yalnız kalmak istiyoruz madem, neden her saniye ulaşılabilmemizi sağlayan cep telefonları başucumuzda uyuyoruz? Yetmiyor da neden cep bilgisayarları taşıyoruz? Ben facebook profil resmime geçen gün o fotoğrafı ne niyetle koydum? Bugün "post ettiğim" parçayı aslında kiminle dinlemek isterdim? Ben farkında mıyım acaba sosyal medya beni daha da bağımlı yapıyor “arkadaşlar”ıma ve eş zamanlı olarak daha da yalnız hissettiriyor? Fakat ben başım dik salınıyorum Defterdar Yokuşu’nda: “Tek başıma ayakta duruyorum ve mutluyum.” iç sesiyle.

Mutlu muyum gerçekten? Ulaşılmış ama neden istendiği anlaşılamamış amaçlarımla, karşılanmamış beklentilerimle mutlu muyum gerçekten? İnsanı eskisi gibi enerjik değilmiş gibi gösteren en büyük sebep bu belki de. İnsanın hayatına heyecan katan şey kendinden ve sevdiklerinden bekledikleriymiş meğerse. Gerçekleşmedikçe umdukların, beklediklerin bir bir tükeniyormuş, beklemez oluyormuşsun zamanla. Ve hayat otuzuna yaklaştıkça heyecandan çok endişe barındırıyormuş. Beklediğin biri olmadıkça çalan kapı zilinin endişeden başka bir şey hissettirmediği gibi... Yalnız yaşlanmak, işsiz kalmak, tutunamayıp baba evine dönmek zorunda kalmak… Bu korkular omuzlardayken, insan en fazla dans ederken zıplayabiliyormuş meğerse.


Photo by Eran Hakim

31 Mayıs 2011 Salı

INCENDIES

İnsan olmak zor, insan olduğunu bilerek yaşamak daha da zor...

Masum değiliz hiçbirimiz, ne ağlatırken, ne de ağlarken. Ne birinin canını yakarken suçluyuz aslında, ne de canımızı acıtana lanet okurken suçsuz...



“İyi insan” hiç var olmadı belki de. “Kötü insan” sandıklarımız sadece zayıflardı özünde. Ya hep yanılmış, ya hep yanıltılmışsak? Masallarda karşımıza çıkan iyi kalpli prensesler ve kötü kalpli cadılar ya hiç uğramadılarsa bu diyarlara? İyiliği de kötülüğü de aynı bünyede barındıran minik cüceleriz belki de. Gökten düşen her elmada aklımız biraz daha başına gelecek zamanla ve ancak o vakit çıkacağız kerevetine.


Ne iyi ne de kötü olabilecek kadar kusursuz değil varlığımız. Kişisel çıkarlar, kontrolden çıkmış, önüne geçilemez egolar milyonlarca insanın canına mal olacak savaşlara sebep olurken, kimse suçlu değildir aslında. Ya da herkes birer canidir özünde, sadece fırsatı olmamıştır hiçbirimizin bununla yüzleşmeye.


Savaş, çok acıtıyor canımızı. Savaş, çok canını yakıyor sevdiklerimizin. İçimizde beslediğimiz nefret, düşmanımızın da birilerinin sevdiği olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Seçilen ve taraflara ayrılan kurbanlar birbirinin canına susamışken, hiçbir muhaberede kazanan olamaz. Birinin yaşam hakkını elinden aldığınız anda, ne tarafta olduğunuzun bir önemi kalmaz. Sebebiniz her ne olursa olsun geçerli bir bahaneniz olamaz. Savaş denen bu korkunç şey, ruhunuz hiç duymadan size annenizi dahi becertebiliyorsa eğer; bunun geçerli bahanesi neresindedir, birileri bana izah etmelidir.


Gördüğünüz işkence, uğradığınız tecavüz dahi size birini öldürme hakkı vermemelidir. Ölümün kutlandığı nerede görülmüştür?! Bir “insan”ın -her ne yaptıysa yapsın- cesedini gördüğünde kutlama yapmayı kaldırabiliyorsa birilerinin bünyeleri, onlara “insan” olarak saygı duyamamam benim kabahatim olmamalıdır.


Bir devlet fikir, tavır ve hareketlerini tasvip etmediği vatandaşının yaşam hakkını elinden alabiliyorsa mahkumiyetle veya ölümle; o devlete yaşamım adına güven duyamamak benim kabahatim olmamalıdır. Bu mahkumiyeti veya ölümü coşkuyla karşılayan halk, benim yurttaşım olamamalıdır.


Savaşın bizleri, herhangi bir tarafta olmasak dahi seyirci kılmasına izin verebiliyorsak, içimiz sızlamadan bakabiliyorsak ekrana, bir kumandayla inanmak istediğimiz başka bir dünyanın parçası olarak hissedebiliyorsak eğer kendimizi, nihayetinde bizler de yenilen taraftayızdır.

12 Nisan 2011 Salı

ÇOĞUNLUK


Ne içindeyiz çemberin, ne de dışında yer alıyoruz. Tünemişiz tam çizginin üstüne, garantiye almışız kendimizi. Hangi taraf daha emniyetliyse an itibariyle, orada bulacağız kendimizi. Ya da bir rüzgar gelecek ve savuracak bizi estiği yöne.

Neden böyleyiz diye düşünmekten alamıyor insan kendini. Gerçekten bu kadar duyarsız, gerçekten bu kadar şuursuz olma ihtimalimiz var mı? Sokak kenarında titreyen bir kedi yavrusu görünce içi bir fena olan bizler, zaman zaman kayıtsız kalabiliyor muyuz? O kadar oku, gör, geçir; sonra da bu kadar “mal” olabil. İlgilenmeyince olanla bitenle, aslında var olmadıklarını zannedecek kadar deve kuşu beyinli olamayız. Başka bir iş var bu işin içinde.

Mutlaka bir taraf olmak zorunda bırakılmış bir toplumda yetiştik biz. Çok partili sistemin bir türlü oturtulamadığı toplumsal yapıda, yön seçmeye zorlanmış ebeveynlerin evlatları olarak gelmişiz bir kere.

Olmazsa olmazdır bizim memlekette; 4 büyük kulüpten birinin taraftarı olacaksın. Futbol dediğin sadece spor değildir bizim buralarda. Şehirli misin, taşralı mı? Kökenini belli edeceksin. Okulunu, mahalleni temsil edeceksin. Takımın için gerekirse kavga edeceksin, kafa göz dalacaksın. “Erkek” olmanın birinci kuralı, maça gidip küfür etmektir. Anasına, bacısına, eccadına, sülalesine, ne alakaysa ebesine saydıracaksın ki sıkı bir taraftar olacaksın.

Öyle herşeye sesini çıkarmayacaksın. Orduya laf söylemeyeceksin. Her “erkek” gibi elin silah tutacak. Çıkacaksın dağa, savaşacaksın gerekirse. Ne için savaştığına aklını yormasan hayrına olur. Kimse açıklamayacaktır sana bunu. Açıklayamaz çünkü. Sana aslında ortada savaşarak çözüme ulaşılabilecek bir sorun olmadığını hiç kimse izah edemez. Vatan korunmalıdır, kime karşı bilinmez. Birileri vatan hainidir, nedendir bilinmez.

Bir kitabı var senin dininin. Hani şu sana sorulmadan nüfus cüzdanına yazdıkları dininin. Korunuyormuş o, hiç değiştirilememiş diğerleri gibi. Bu farklıymış diğerlerinden. İnanacaksın... Yorumlamayacaksın... Sorgulamayacaksın... Herşey düşünülmüş, sen sadece okuyacaksın. Hatta mümkünse anlamadığın dilde defalarca okuyacaksın. Ezberleyeceksin ki unutmayacaksın.

Bir nutku var liderinin. Evrensel, ileri görüşlü... O herşeyi düşünmüş, o herşeyi dillendirmiş. Ta o zamandan bu zamanları görmüş. Senin, demokrasinin kurallarını tekrardan yazmana gerek yok. Sorgulamakla vakit kaybetme, gerek yok. Ant yazılıp konmuş önüne, marş bestelenmiş işte. Ezberle ki unutma. Her sabah topluca söyle ki, havaya gir. Kendini memleketin için bir şey yapmış hisset.

Seçimler, futbol müsabakası gibi geçer bizim memlekette. Ya birini seçeceksin, ya diğerini. Seçtin mi birini sonuna kadar savunacaksın. O taraf ne derse doğru bileceksin. Öteki tarafı hiç dinlemeyeceksin, muhatap dahi olmayacaksın. Onlar ne derse yanlış, onlar ne yaparsa sakıncalı. Gidip oyunu kullanacaksın. Kendini “sen seçmişsin” gibi hissedeceksin.

Tarafını seçmezsen var olamazsın bu memlekette. Herşeyi sorgularsan “entel” olursun. Öteki tarafın yaptığı bir şeyi takdir edersen “dönek” olursun. Eşitlik, adalet demeye kalma “demode komünist” olursun. Stabil olacaksın, tutarlı olmana gerek yok. Koyun olacaksın işte. “Ak” mısın “Kara” mısın onu belli edeceksin sadece. Yakana taktın mı rozetini, o zaman anlayacaksın kim senden kim değil; kimi kaale alırsın, kimi almazsın baştan sinyalini vereceksin.

Bu sistem sana uymadı mı? Alacaksın eline içkini, yakacaksın sigaranı. Yanında arkadaşların, arkanda fon müziğin... Güleceksin, sohbet edeceksin. Kim kiminle ne halt etmiş, bilmem kim köşesinde bugün ne yazmış, bilmem ne filmi vizyona girmiş mi, eleştirmenler şu albümü beğenmiş mi, bu yıl bilmem ne festivaline hangi grup geliyormuş... Konuşacak mevzu çok, oyalanacak oyuncak bol. Sıkıldın mı, takarsın üç boyutlu gözlüğü gözüne, her şey daha bir yakın gelir sana, daha bir gerçek... İçinde gibi hissedersin kendini. Gözün yorulur azıcık, sene de iki hafta iznin var nasılsa dinlenirsin.

Bazen düşünüyorum da... Bu şekilde hiç olmasak da olur aslında. Biz olmasak da işler yürür. Diyeceksiniz ki; bir şey için mi gelmiştik ki? O da doğru... Çoğunluğu tamamlıyoruz işte, fena mı?

23 Mart 2011 Çarşamba

BLACK SWAN





“Dikkat et evladım, düşeceksin!” der hep anneler. “Evet, anneciğim. Gerekirse düşeceğim.”

Tutkularının peşinden gitmeli insan. Bedeli her ne olursa olsun, uğruna kendini feda etmeyi göze alacak kadar çok isteyebiliyorsa bir şeyleri, işte o zaman insana dönüşüyor hayvan. Nefes, tek başına yetersiz... Nabız, hızlı atmadıkça gereksiz... Korkular en büyük engel, endişeler dalga kıran sanki... Umut bazen en büyük düşman, hırs kaybetmenin yarısı...

Ne istediğini bileceksin, tam içinde hissedeceksin. Ulaşabilmek adına her engeli ezip geçeceksin. Ya ne için var olduğunu sandın ki, ey insan! Aşık olmak için mi? Vefalı bir dost olmak için mi? Sevişmek için mi? Dur yoksa, hayırlı bir kısmet olmak için mi? Yok yok, kitleleri peşinden sürükleyen bir önder olmak için. Ne yazık ki; o narin ruhun doymuyor bunlarla ve sen, o mutsuz modern insan olmaya mahkum oluyorsun, tükenene dek. Bütün enerjini sana hedef konmuş etiketleri peşi sıra toplamak için harcıyorsun. Seni özel kılacak vasıfların birer birer köreliyor içinde, ruhun dahi duymuyor. Çabalıyorsun, didiniyorsun yine de yetmiyor kendini “tamam” hissetmene.

Evlenince mutlu olacağın öğretildi defalarca. Anne olman gerektiğini söyledi içgüdülerin. Baba olmalıydın kümelen diye verilmiş soyadın için. Patron olman gerekiyordu daha çok para kazanmak için ve ne yapılması gerektiğini söylemeyi sen de hak ettiğin için. Kimse tutkularının peşinden gitmeni öğütlemiyor. “Ne yöne gidersen git, onu evvela içinden gelen sesle çizeceksin.” demesi gerekenlerin çıtı dahi çıkmıyor. Her birimiz önemsediğimiz sevdiklerimizin, hayatlarını garanti altına alacakları atılımlarda bulunmalarını temenni etmekten alamıyoruz kendimizi.

Sanatı seviyorum, sanatçının yanındayım ama kızım doktor olsun isterim. Açık fikirliyim, eşcinsellik de bir seçim ama oğlum hayırlı bir kısmet bulup evlensin isterim. Bana ve sevdiğime dokunmayan yılan dilediğince sürünebilir bahçelerde. Yılandan korkmuyorum ki ben ama burnumun dibinde durmasına da gerek yok, değil mi ama?

Hayatta izlemeyi seçtiğimiz rotada, bizi engelleyen güçlerle yüzleşmek gerekli. Bu temizlemesi en zor bilinçaltı kaydı belki de. Size mani olanın, aslında “kendiniz” olmanızın yanı sıra, sıkı sıkıya bağlandıklarınız olduğunu fark etmek cesaret istiyor. Çünkü bu bazen en çok sevdiğiniz kişi olabiliyor, bazense sizi siz yaptığına inandığınız prensipleriniz. Biz “yakınlar” zaman içerisinde birbirimizin ayağındaki prangalara dönüşüyoruz fark etmeden.

Kendi yolunu çizmek yalnızlığı seçmek değil. Sevdiklerinden kaçmak ya da uzaklaşmak da değil. Bağımsız olmak, bencil bir tavır takınmayı gerektirmiyor. Zaman zaman içine kapanmak, sevdiğinden kopmak anlamını taşımıyor. Yalnızlık paylaşılırsa olmaz, eyvallah da, özgürlük paylaşılabilir. Birlikte de pekala özgür olunabilir. Olunabilmelidir.

28 Ocak 2011 Cuma

MARY&MAX


Neden birbirimizin hayatları üzerinde bu kadar söz sahibi olmaya çalışıyoruz? Neden çizdiğimiz yol sadece bizi mutlu etme parametresini baz alarak belirlenmiyor? Neden benim mutluluğum, bir başkasını mutsuz etme tehlikesi taşıyor ve ben bu noktada seçim yapmak zorunda bırakılıyorum?

Annemi ve babamı hayatları ile ilgili aldıkları kararlarda suçlamaktan kendimi alamadığımı fark ettiğim anın peşinden gelen sorular bunlar. Bu olumsuz hissiyatı bünyemden atamamanın, bana bunca zaman ne kadar zarar verdiğini fark edememişim. Yaşım ilerledikçe hayatımı şekillendirmek adına yaptığım seçimler karşısındaki tepkileri, karşıma bana hiç de yabancı olmayan suçlamalarla gelmeleri, üstüne üstlük yerdiğim hatalarını andıracak tecrübeler edinmem bir anda kafamda bir ampul yaktı. Şaşkınlığımı gizlemenin yersiz olduğu andayım.

Ben farkında olmadan hayatımda ters giden şeylerin sorumluluğunu hala onlara yüklüyormuşum. “Koca kadın oldum” söylemlerim arkasında saklanan alt metin hiç de öyle değilmiş meğerse. “Sizin yüzünüzden böyle biriyim ben. Beni siz büyüttünüz. Sizin ilginiz beni bu kadar hassaslaştırdı. Sizin bitmek bilmeyen bakıma muhtaç olduğum içgüdünüz yüzünden, bir türlü kendi ayaklarım üzerinde duramıyorum. Sizin hayatınızla ilgili attığınız her adımın ardından ben de gelmek zorunda kaldım. Şimdiyse nereye gideceğimi şaşırmış bir şekilde kaskatı kesilmiş dikiliyorum. Hadi siz söyleyin bana bir sonraki adımımı nereye atacağımı. Buraya kadar getirdiniz, devamını da getirin madem!”

Birilerini bencil olmakla o kadar suçladım ki çoğu zaman, hayat içerisinde en büyük bencilliği yapanın ben olduğumu görememişim. Annem ve babam dediğim aslında isimleri, cisimleri olan iki yetişkini, kendi hayatlarıyla ilgili aldıkları kararlar yüzünden hep suçlamışım. Onlar arzuları ve tecrübeleri doğrultusunda bir rota izlemişler, ucu da bana dokunmuş. Müdahale edilemeyecek bir noktaymış burası. Hayata gelmek için ödediğimiz ilk bedel bu belki de. Seçim yapma şansımız olmadan hayatlarımız birilerine bağlı ve o birilerine karşı, sebebini de tam olarak bilmeden yoğun bir sevgi besliyoruz.

Başka birileri de var ki hayat içerisinde karşınıza çıkan, onlara karşı beslediğiniz sevginin, bağlılığın ve güvenin son halini alana dek, her bir aşamasını tek tek içinize sindirmişsinizdir. Onları kendi öz iradenizle istemiş ve hayatınıza sokmuşsunuzdur. Aranızdaki bağın her bir milimetresinde emeğiniz vardır. Kendinize, içinizden çıkan bir iplikle bir ağ örmüşsünüzdür de onu da en kıymetli yerine oturtmuşsunuzdur sanki. Hiçbir dış etkenin bunu bozmasına tahammülünüz yoktur. Ne minik bir yağmur damlasının, ne vızıldayan bir arının, ne temizlik yapan bir süpürgenin, ne de yanlışlıkla çarpan bir elin... O sizin sahip olduğunuz en değerli şeydir ve ne yazık ki bir noktadan sonra, ona sahip olmak uğruna zarar verdiğinizin farkına dahi varamayabilirsiniz.

İlişkilerimize ve sevdiklerimize duyduğumuz bağlılık, bağımlılığa dönüştüğü anda tehlike çanları çalıyor aslında. “Onun için en iyisini ben bilirim” içgüdüsü bizi yanlışlar silsilesine sürüklüyor hiç hissettirmeden. O kişiye ve bu ilişkiye sahip olmanın ne kadar kıymetli olduğunu unutup, onun sürekli yanımızda olmasına odaklanıyoruz. O yüzden onun bambaşka bir şehre, uzakta bir ülkeye yerleşmesi fikri çılgına çeviriyor sevenleri. Hayata gözlerini yumuşunu düşünmek dahi istemiyoruz. Hatta çoğumuz, zaman zaman kendimizi çok sevdiğimiz birinin cenaze töreninde hayal edip gizli gizli ağlıyoruz. Böyle olunca en çok biz seviyoruz sanıyoruz. Halbuki ayrılırken sevdiği yanından, son nefesini vermişken hatta “Ben ne kadar şanslıyım” diyenimiz hiç olmuyor. “İyi ki çıkmışsın karşıma. Ya bu ana dek tanıyamasaydım seni. Hiç fırsatım olmayacaktı, farkında mısın?” diyenini duymadım hiç. Biz “İyi ki varsın” diyemeyenlerdeniz. Biz “İyi ki benimsin” demenin peşindeyiz. Biz bunu sevmek sanıyoruz. Sanırım bir yerlerde yanılıyoruz.

...

Pek kıymetli sevdiklerim sizleri azad ediyorum. Ben bundan böyle, kendi mutluluğumun ve size olan sevgimin sorumluluğunu tek başıma alıyorum. Size sadece paylaşması kalıyor. Afiyet şeker olsun...







Ocak 2011, Bostancı

Bir "mary and max" esinlenmesidir.

18 Ocak 2011 Salı

MY BLUEBERRY NIGHTS

Yaşadığım hayal kırıklığıyla yeni bir başlangıç arasındaki mesafe ne olmalıydı? Terk edilmenin ardından kalan enkaz, zamanla kendi kendine toparlanır mıydı yoksa ben bir müdahalede bulunmalı mıydım? Birileri yardım edebilir miydi bana ya da etmeli miydi? Peki, yardımı dokunacaksa birinin bunu en iyi kim yapabilirdi? En yakınım mı, en yabancım mı?
İçinde bulunduğum bu hal, beni ben yapmaktan uzaklaştırdığı anda ne yapmalıydım? Ben, beni ben yapan şeyleri inkar eder olduysam ne olacaktı? Nereye kadar müsaade etmeliydim kendime? Evet, bir süre saçmalamaya ihtiyacım vardı. Fakat bunun sınırı neydi? Bana hangi noktada ve kim “Durmalısın artık.” demeliydi?

Tam olarak canımı acıtan neydi? Birinin beni istememesi miydi inciten narin egomu? Yanımda olmasını deliler gibi isterken buna sahip olamamak mı kırmıştı o minik kalbimi? Artık yetişkin olmuş biri şunu söyleyebilmeliydi kendine: Sen yanlış hiçbir şey yapmadın. İnsanlar hayatları içerisinde seçimler yaparlar. Kendi içlerinden geldiği yönde kararlar alırlar. Kimse buna müdahale edemez. Ve birinin seçimi olmamak seni değersiz kılmaz. Tıpkı senin yanında olmayı tercih etmediğin birileri değersiz olmadığı gibi… İçinde barındırman gereken tek his, belki de sadece üzüntü olmalıdır. Yanında olmasını istediğin için ve şu anda senden uzakta olduğu için incinebilirsin. Ve pek tabii ki bununla baş edebilirsin.

Mantıklı olmak kuşkusuz en doğrusu ama geceleri kafamı koyduğumda yastığa, “Neden yanımda değilsin?” diye sormak her geçen gün daha fazla acıttı canımı. Bazı şarkıları dinlemek ne kadar da zormuş böyle zamanlarda. Sabırla beklemek ne büyük erdemmiş. Ağlamanın dahi boş geldiği anlarım oldu. Süzülseydi damlalar sıra sıra, neyi değiştirirdi ki içimden söküp atamadıktan sonra.

İçimdeki son umut kırıntısını da tüketene dek tutacaktım onu içimde. Adım gibi biliyordum yoktu başka seçenek. Seçim de değildi zaten bu. Onu bana çağrıştıran her ne varsa sıkı sıkı sarıldım. Tehlikeliydi bu yaptığım. Zamanla ondan uzaklaşmam gerekirken aynı sıcaklığı muhafaza etmeye çalıştım, inatla. Hayatıma girme ihtimali olabilecek herkesten uzak durdum. Yeni biri demek, ondan tamamen vazgeçmek demekti. Ben bunu o kadar istemiyordum ki...

Onu da alıp gideyim buralardan diye düşündüm. İçimde o, elimde çantam kaçayım bu acıdan. Aramıza somut bir mesafe koymak yardımcı olurdu belki bana. Yalnızlık, onunla olduğum yerlerde baş etmekte zorlandığım bir şeydi. Derdimi anlatma gerekliliğimin olmadığı uzaklara kaçayım en iyisi mi dedim. Tanımadığım, sevgi beslemediğim, sorumluluk hissetmediğim birileri olsun etrafımda. Ben yalnızlığımla baş başa kalayım. Yalnızlık insanın kendi seçimi olduğunda katlanılır oluyor da, yalnız bırakılmaya dayanmak ne kadar zor.

Hiç bilmediğim bir yere gitmeliydim, hiç tanımadığım birilerinin hikayelerine ortak olmalıydım. Bir ben miydim aşkın pençesinde kıvranan? Bir ben miydim sanki ayağı takılıp düşen? Bir ben miydim kırgınlığından hırçınlaşan? Bir ben miydim canının acısından fark etmeden, istemeden başkalarının canını acıtan? Değildim... Bunu yakinen görmeliydim.

Velhasıl günlerden bir gün dindi fırtına, yerini sakinliğe bıraktı. Beklemediğim bir anda fark ettim içimdeki boşluğu. Öylece gitti. Kendi kendine usulca terk etti. Geri dönmemek için bir sebebim kalmamıştı artık. Bu kez elimde çantamla, bu mola da bana eşlik eden herkese minnet duyarak koyuldum yola. Nereye varacağımı biliyordum da orada beni neyin beklediğine dair en ufak bir fikrim yoktu.

Bazen elinizde, biriyle birlikte olmak için yeterli her şeyin olduğunu düşünüyorsunuz. O kapının kilidine uygun anahtarı avuçlarınızın içinde tuttuğunuzu zannediyorsunuz. Fakat kapıyı yine de açamıyorsunuz. Yola çıkmadan evvel bunun çaresizliğini yaşıyordum. Dönerken fark ettim ki; açmayı başarmışım ben o kapıyı ama aradığım kişi içeride değilmiş.

Ocak 2011, Suadiye Bir "my blueberry nights" esinlenmesidir.

23 Aralık 2010 Perşembe

LOVE NEVER CHANGES

İşte şimdi tam da zamanı yazmanın dedim kendi kendime. Kafamı toparlamışken hazır, hazır seni tam olarak nereye koyacağımı bulmuşken tam da zamanıydı bunları anlatmanın.

Bunca yılın, onca emeğin ardından buradaki ilk yazı kesinlikle sana dair olmalıydı. Yıllarca yanı başındayken karaladığım kelimeler, şimdi sensiz dökülüyorlar. “Okusana bir...” diyebileceğim yakınlıkta değilsen bile, biliyorum ki hayatımın sonuna kadar beğenir misin diye merak edeceğim. Yazılarım hep sana layık olma derdinde olacak. Tıpkı sözlerim gibi... Tıpkı duruşum gibi...


Neredeyse bir yıl sonra, ilk kez gözlerime baktığında “Koçum benim.” dedin ya bana, neler ifade ettiğini bir bilsen... Sensiz geçen ilk yılımda, beni inciten her kim varsa, ne güzel cevap verdin onlara. Duymadılar ama duymalarına hiç de gerek yok desene.


Gözlerimi kapatıp seni her düşündüğümde “iyi ki” ile başlıyor cümlelerim. İyi ki sen çıkmışsın karşıma. İyi ki öyle bakmışsın bana. İyi ki onca yıl bana bir tek sen dokunmuşsun. Sanki beni bütün kötülüklerden korumuşsun. Nadide bir taşmışım gibi en güzel yerlerde muhafaza etmişsin. Ben senin yanında hep prensesmişim. Hiç dillendirmemişim ama hep bilmişim.


Ve zamanı gelmiş artık yanında olmamalıymışım. Onca zaman birbirimizi göklere doğru çıkarırken, bir an gelmiş asılı kalmışız. Ne olduğunu anlamaya çalışırken, bakmışız ki aşağı çekmeye başlamışız birbirimizi... Düşüşe direnmek nafileymiş. Debelendikçe hız kazanıyormuş insan. Daha hızlı çakılıyormuş yere. Ne kadar isterdim seninle göklerde kalmayı ama mümkünatı yokmuş meğerse. Saçlarıma düşen ilk beyazı sensiz göğüslemeliymişim.


O kadar büyütmüşüm ki seni içimde neredeyse hiç yalnız hissetmedim kendimi. Filmler yanı başımdan hiç ayrılmadı. Hallelujah dinledim defalarca. Yemek hiç yapmadım nedense. Elim gitmedi belki de. Sevgili demek az geliyor şimdi sana. Yol arkadaşımdın sen benim. Ama ne mutlu ki sensiz de idare edebildim.


Şimdi diğer odaya geçecek cesareti bulmuşken kapıyı açmanın zamanı geldi. Şimdi bana izin vermelisin. Birini daha, seni sevdiğim gibi sevebilmeliyim.


Sevgi değişmez derdik ya... Evet, sevgi değişmezmiş ve asla bitmezmiş. Dönüşürmüş. En makbulü de esasen buymuş.


Kasım 2010, Kabak